Uzun zamandan beri zihnimi meşgul eden bir soru vardı; ne zaman, ne oldu da Avrupa, bilimde, teknolojide, toplumsal yaşamda bu kadar ileri gitti ve biz de bu kadar geri kaldık ki bu Avrupa 2. Dünya Savaşı’nda yerle bir oldu… Avrupa’yı, uygar dünyayı tüm değerleriyle yakalama şansımız var mı, varsa nasıl? Bu soruların cevaplarını bulmak için yaptığım çalışmaların sonuçlarını sizinle paylaşacağım.
Ortaçağ’dan Günümüze Aydınlanma Felsefesi ve Atatürk Devrimleri başlıklı konu geniş bir alana yayıldığından dolayı odağımızı kaybetmemek için soru – cevap formatında bir çalışma hazırladım.
- 1. Soru: Ortaçağın önemi nedir? Neden konuyu incelemeye Ortaçağ’dan başladınız?
Ortaçağ kültürünün baş özelliği, dinsel nitelikte olmasıdır. Din, bu kültürün taşıyıcısıdır. Batı’da ortaçağı kapayıp yeniçağı başlatan Rönesans dönemi, ortaçağın dine dayanan dünya görüşüne son vermeye, aklın ışığıyla aydınlanan bìr kültür tutumunu oluşturmaya başlayacaktır. Bu süreç, bütün yeniçağı kaplayarak günümüze değin ulaşacaktır.
- 2. Soru: Ortaçağ’ı incelediğimizde önümüze Skolastik Felsefe çıkıyor. Nedir Skolastik Felsefe?
Batı ortaçağının kendine özgü felsefesi, Skolastik felsefedir. Ortaçağı boydan boya geçen (yaklaşık 800-1500 yılları arasında) bu felsefe, adının da söylediği gibi, bir okul felsefesidir: Din adamlarını yetiştirmeyi göz önünde bulunduran bir öğretidir. Görevi de Hıristiyanlığın dogmalarını antik felsefeden devşirilen bilgilerle bir öğreti olarak oluşturmaktır. Başka bir deyişle felsefenin temeli olan aklın yardımıyla inanç konularını kavranılır yapmak, bunları kanıtlamaktır.
- 3. Soru: Batı’da Ortaçağ’ı sonlandıran Rönesans hareketi nasıl başladı? Bunu sağlayan ortam nedir?
Bu konuda ilkin akıl ile inancın uzlaşabileceği sanılmış; sonra aklın inancı bir yere kadar destekleyebileceği, ondan sonrasına ancak inançla ulaşılabileceği; en sonunda da felsefe -dolayısıyla bilim- ile dinin birbirleriyle uzlaştırılamayacak ayrı ayrı yapılar olduğu ileri sürülmüştür. Bu sonuncu anlayışla felsefe ve bilimler -aklın ve deneyin ürünleri- dinden bağımsız olma yoluna gireceklerdir. Oysa bundan önce -ortaçağın başlarında ve ortalarında- dinin hizmetindeydiler.
Tanrı gibi, ruh gibi duyular üstü olan kavramların nesnel varlıkları yoksa bunlar kanıtlanamaz da… Bu anlayışta ruhun ölmezliği, Tanrı’nın varlığı, sonsuzluğu vb. bütün deneyüstü konular -Hıristiyanlık inancını taşıyan bu temel dogmalar- artık bilinemez olmuşlardır. Bunlara ancak inanılır. Gerçek olan, yalnız tek tek nesnelerdir, bireylerdir. Bunları da deney ile bildigimize göre, her türlü bilginin kaynağı deneylerdir. Böylece, deneyleri akılla değerlendiren felsefenin dini desteklemek, kanıtlamak işini göremeyeceği anlaşıldığından, felsefe dine hizmetten azat edilip kendi yolunda yürümeye başlayacaktır. Bununla da, özgür, bağımsız bir dünya kültürü olan Rönesans ufukta belirecektir.
- 4. Soru: Batı medeniyetinin temelini oluşturan iki kavram; Rönesans ve Hümanizma nasıl gelişmiştir?
Sözcük anlamı yeniden doğuş olan Rönesans’ ta, yeniden doğan, bin yıllık ortaçağda ortadan çekilmiş olan antik çağın tutumudur. Bu tutumu kendisine örnek alan Rönesans düşüncesi, hep ortaçağa tepki olan şu özellikleri geliştirir:
Kilisenin otorite saydığı antik ve Hıristiyan düşünürlerinin doğruyu bulmuş olduklarına inanan ortaçağ skolastiğine karşılık, Rönesans düşünürü için doğru, bulunmuş değildir, belki de sonsuza dek araştırılacaktır, aranması da gerekir. Bu anlayış, Rönesans düşünürünü tutkulu bir araştırmacı yapmıştır. Rönesans’ taki büyük buluşlar (pusula, ateşli silahlar, basım) ve keşiflere (deniz yolları, Amerika kıtası) yol açmada, bu araştırma coşkusunun da payı olacaktır.
Rönesans felsefesi, bundan böyle bütün yeniçağa damgasını vuracak olan arayan, araştıran, eleştiren yaklaşımıyla ilk olarak insan sorununu ele almış, antik felsefe kaynaklarından yararlanarak (hümanizma yoluyla), ortaçağın bin yılında bilinmeyen bir insan anlayışını ortaya koymuştur: Rönesans’ın ilk hümanisti sayabileceğimiz Petrarca (1304-1374), insanın ne olduğunu bilmek ister; doğru yaşamın ölçüsünü Hıristiyanlık’ta değil, antik felsefenin bir öğretisinde bulur: İnsan için en yüksek değer, en yüksek mutluluk ruhunun bağımsızlığı, özgürlüğüdür. Buna da inanla değil, akıl ve erdemle ulaşılır.
Bu dünya başlı başına bir değerdir; üstünde durup düşünülmelidir. Macchiavelli’ye (1469-1527) göre ise, canlı bir doğa gücü olan insanın ana içgüdüsü egemen olma isteğidir. Hıristiyanlık, alçakgönüllülüğü en büyük erdem saymakla, insanın dünyadan elini eteğini çekmesini öğütlemekle, onun yaradılışını, özünü çarpıtmıştır. Rönesans’ın büyük hümanisti ve eğitimcisi Rotterdam’lı Erasmus (1469-1538), her şeyin dogmaların, geleneklerin, göreneklerin- aklın incelemesinden, eleştirisinden geçirilmesini ister; bununla da laik ve özgür bir insanlık kültürünü gerçekleştirmeyi amaçlar.
Ortaçağ felsefesi “insan nedir?”, “Insanın bu dünyadaki yeri ve anlamı nedir?” sorusunu araştırmayı gerekli bulmamıştı. Çünkü ortaçağ insanının ne olduğu, yeri ve anlamı aşkın bir yerden, Tanrı katından belirlenmişti. İnsan, kendisini aşan, kendi üstündeki bir düzenin ancak bir aracıydı.
Rönesansın baş özelliği ortaçağı kapayarak yeniçağı her bakımdan başlatan bir gelişme olmasıdır. Onun için günümüzde de geçerlilikleri olan şurada burada uygulanan, üzerlerinde tartışılan devlet anlayışlarının da başlangıçları Rönesans’ta bulunabilir. İlkçağda görüłmeyen ve tarih sahnesi için yepyeni olan bir devlet anlayışının, ulusal devlet görüşünün ilk temsilcisi Macchiavelli’ ye göre, devlet gücünü bir ulustan almalı, üstünde kiliseyi, ümmeti bulmamalıdır.
- 5. Soru: Batı Hıristiyan Ortaçağı yaşarken İslamiyet de Orta Doğu’da ortaya çıktı ve hızla büyüdü. Her ikisinin ortak oldukları ve ayrıldıkları noktalar nelerdir?
İslam ortaçağı ile Hıristiyan ortaçağı arasında, ana noktalar bakımından, benzerlikler vardır. Batı ortaçağ felsefesi, Yunan felsefesinden yararlanarak Hıristiyanlığın dogmalarını kavranılır, kanıtlanır bir duruma getirmek istemişti. Müslümanlık da Suriye ve Mezopotamya’ya yayılınca, antik Yunan felsefesine dayanarak lslam felsefesini geliştirmiştir. Batı ortaçağı felsefesinde olduğu gibi, İslam felsefesine başlangıçta Eflatun (bir ölçüde Farabi’ye), sonra da Aristo (İbni Sina ve İbni Rüşd’e) kaynak ve destek olmuştur. İslam felsefesi de bir açıdan skolastiktir. Onun da göz önünde bulundurduğu, din adamları ya da Müslümanlığın dünya görüşüne göre eğitilmiş insanlar yetiştirmektir. Bu inanışa göre, bağlanılan büyük ustalar -Eflatun ve özellikle de Aristo- doğruyu bulmuşlardır. Artık yapılacak şey, bu doğruları açıklama ve yorumlarla anlamaya, anlatmaya, Müslümanlıkla uzlaştırmaya çalışmaktır.
Batı dünyası, Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, Kavimler Göçü gibi büyük, yıkıcı tarihsel olaylar yüzünden beşinci ve onuncu yüzyıllar arasında kültürce çok gerilemişti.
Oysa aynı yüzyıllarda İslam dünyası -Abbasiler dönemi- antik felsefe metinlerinden çevirilere başlamışlardı. Bu dönemlerde, Eflatun’un Devlet, Yasalar ve Timaios Dialogları; siyaset konusundakilerden başka Aristo’nun bütün yapıtlarını Arapçaya çevirmişlerdi.
İslam dünyasının lehine olan bu fark on ikinci yüzyıla kadar sürecek, ondan sonra durum tersine dönmeye başlayacaktır. Çünkü on ikinci yüzyılın sonlarında Batı, özellikle Aristo’yu Arapça çevirileri ve yorumları üzerinden, geniş kadrosuyla tanımak olanağını elde etmiştir. Bununla da bilgisinin sınırlarını birdenbire genişleterek skolastik felsefeyi doruğuna ulaştırmıştır. Bu gelişme sonunda inan ile aklın uzlaşamayacağı, dolayısıyla felsefenin -ve bilimin- dinden bağımsız olması gerektiği anlayışını yerleştiren nominalizm ile Rönesans’ın sınırlarına gelinmiştir. İslam felsefesi ise Aristo skolastiğinden ileriye geçememiştir. Bu felsefe skolastik niteliği dolayısıyla, Yunan felsefesi metinlerinden yapılan belirli sayıdaki çevirilerin çemberini kıramamış, bu çevirilerin kılı kırk yaran yorumlarını yüzyıllar boyunca yinelemekten öteye gidememiştir.
6. Soru: Tarihin akışı içinde ilerleyen yıllarda İmparatorluk olan Osmanlı Devleti de bu dönemde fotoğrafa giriyor. Batı Ortaçağ’dan çıkarken İslamiyet ve Osmanlı Devleti bu ortamdan nasıl etkileniyor?
12. Yüzyıl Sonrasındaki Duraklama; İslam felsefesinin son büyük düşünürü İbn Rüşd 1198 yılında öldüğüne göre, bu felsefenin göreli olan yaratıcılığı, burada sona eriyor denilebilir. Bu aralar, on ikinci yüzyıl, Oğuz ve Türkmen boylarının Anadolu’ya girip burayı yurt edinmeye, siyasal örgütlerini, dolayısıyla birliklerini (Selçuklu Devleti) kurmaya koyuldukları (1192-1256) bir dönemdir. Buna göre İbn Rüşd’ ün ölümünden bir yüzyıl sonra 1299 yılında, kurulan Osmanlı Devleti, İslam kültür çevresinin felsefe ve bilim bakımından artık durakladığı sıralarda tarih sahnesine girmiş ve on sekizinci yüzyıl içerlerine değin bu verimliliği tükenmiş, eskiyi yineleyip duran bir kültür çevresine kapanıp kalmıştır.
Oysa, on dördüncü yüzyıl Batı’da Rönesans belirtilerinin yer yer yüzeye çıkmaya başladığı dönemdir. Felsefe ve bilime dinden bağımsızlık, bireye kilise karşısında özgür olma yollarını açan nominalizm ile voluntarizm, on dördüncü yüzyılda ağır basan felsefe akımlarıdır. Dante, Petrarca, Boccaccio gibi bu dünyaya dönük ozanlar bu yüzyılda yetişmişler; ortaçağın ortak kültür dili Latince karşısına çıkardıkları ulusal dilleri İtalyancaya bir kültür dili olmak yolunu açmışlardır. Italya’da yeni politik düzen olarak Floransa, Cenova, Venedik vb. gibi bağımsız kent devletleri oluşmaya başlamıştır. Bağımsız kentlerin az çok özgür ortamlarında Rönesans ‘ın dünya denizlerine açılan, Amerika’yı bulan girişken insanları yetişecek, bunların sağladığı servet birikimi feodal ortaçağ yapısında temelli değişikliklere neden olacaktır.
lslam felsefesi ve bilimi ise Aristo Skolastiği’nde donup kaldığı için deneye açılamamıştır. Rönesans’ın doğa ve insan gerçeğine bağımsız olarak yönelmesiyle birdenbire çoğalan bilgileri yaymada büyük yeri olan basım tekniğini Gutenberg 1450 yılında bulmuştu. Osmanlı’da kitap basımı ise İbrahim Müteferrika’nın çabalarıyla ancak 1719/20 yılında gelebilmiştir. 270 yıllık bu gecikmenin nedenleri de, ortada yayacak bilgilerin ve bunları isteyecek nitelikte yetişmiş çok sayıda insanın olmaması ya da belli türdeki bilgilerin yayılmasının istenmemesidir.
- 7. Soru: Rönesans’ın devamında Aydınlanma dönemi geliyor. Aydınlanma nedir?
Rönesans düşüncesini simgeleyen eğilimler, on yedinci yüzyılda Descartes, Spinoza, Leibniz vb.’nin büyük felsefe sistemlerinde işlenip olgunlaşmıştır. Gerçeğe -özellikle insan gerçeğine- akılla -ve aklın gereci olan deneyle- yönelme; bütün konuları akılla aydınlatmayı isteme, on sekizinci yüzyıl felsefesinin ana tutumudur. Onun için, on sekizinci yüzyıl felsefesine “Aydılanma Felsefesi” de denir.
“Aydınlanma Nedir?” adlı yazısında Immanuel Kant, bu akımın başlıca düşüncelerini, 1784’te, özetle, şöyle belirtiyor:
‘Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmayış durumundan, yani kendi aklını bir başkasının kılavuzluğu olmadan kullanamayışı durumundan kurtulmasıdır. Demek ki ergin olmayışın nedeni, aklın kendisinde değil, aklı kendisi kullanmayı göze alamayan, kullanma kararını veremeyen insandadır. Doğa, insanları bir yabancının kılavuzluğuna bağlı olmaktan çoktan kurtarmıştır, ama insanların çoğu ömürleri boyunca ergenliğe erişmemiş kalırlar. Çünkü tembel ve korkaktırlar; çünkü ergin olmayış çok rahattır: “benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerine geçen bir papazım, perhizlerimi bildiren bir hekimim oldu mu, artık kendimin zahmetlere katlanmama hiç gerek kalmaz.
Ancak bağımsız düşünenen birkaç kişi her zaman bulunacaktır. Bunlar, önce kendi boyunduruklarını atacak, sonra da insanın değeri ile bağımsız düşünmenin insan için bir ödev olduğu düşüncesini çevrelerine yayacaklardır. Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez.
- 8. Soru: Osmanlı Devleti’nde Batı medeniyetini yakalamak için nasıl çalışmalar yapıldı?
O sıralarda ulaştığı sınırların hemen yanı başında olup biten bu gelişmelerden habersiz, onlara kapalı kalan Osmanlı Devleti ise, aydınlanmaya tümden ters düşen tutumunu daha uzun yıllar sürdürecektir.
Teokratik, totaliter bir devlet düzeni içinde; dine dayanan bir dünya görüşünün değişmez önyargılarıyla düşünüp davranan Osmanlı toplumu, ancak on sekizinci yüzyıl boyunca uğradığı yenilgiler dizisiyle sarsılınca, karşısındaki gücün üstünlüğünü sezmeye başladı. Bundan sonra da bu üstünlüğün nereden ileri geldiğini anlamaya çalıştı. Sonunda, yaşamak için, ilkin Batı’nın yeni askeri teknolojisi ile bunun dayanağı olan bilimlerin benimsenmesi gereği ortaya çıktı. Böylece de Batı’ya kapılar açılmaya başlamış oldu. Bu açılış bundan sonra, birçok engelleri, duraksamaları, karşı gelmeleri ortadan kaldırmaya uğraşa uğraşa Tanzimat ve iki Meşrutiyet dönemlerinden geçerek Cumhuriyeť’ e ulaşacaktır.
Batı kültür çevresine yönelmenin resmi görünümü olan Tanzimat, karşısında Islam kültür çevresinin yapısında yer almayan oluşumlardan kurulu bir Avrupa bulmuştu. Bu,
• Çağdaş anlamında aydınlanmayı yaşamakta olan,
• Ümmet dönemini aşmış, uluslardan oluşan,
• Sanayi uygarlığını başlatmış olan bir Batıydı.
Osmanlı Devleti ise bu üç öğeden de yoksundu.
Osmanlı Devleti İslam kültür çevresinden uzaklaşıp Batı’ya yaklaşmak zorunda kaldığı sıralarda, Avrupa 1789 Fransız Devrimi’nin çalkantıları içindeydi . Avrupa’yı boydan boya istila eden Napolyon, gittiği yerlere Fransız Devrimi’nin ilkelerini de ordularıyla birlikte taşımıştır. Osmanlı Devleti de yanı başındaki bu köklü değişikliğin etkilerinden bütün bütüne uzak kalamazdı. Özellikle Tanzimat Fermanı ile (1839) bu, zamanla evrenselleşecek oluşa kapılarını resmen açmak zorunda kaldı. Tanzimat, çoktan çağdışı kalmış bir siyasal yapının Avrupa örneğine göre yeniden düzenlenmesi, biçimlendirilmesi girişimidir. Önce yalnız ordu ve devlet yönetimi için düşünülen bu düzenleme, gittikçe toplumsal-kültürel yaşamın birçok yönlerini içine almaya başlayacaktır. Yönelinen Avrupa örneğinin temelinde de aydınlanma ilkeleri vardı. Avrupa’yı ortaçağdan ayıran bu ilkeler, Osmanlı toplumunda hala ayakta olan ve ayakta da tutulmak istenen ortaçağ dünya görüşü ve kurumlarıyla çatışacaklar, sarsıntılara neden olacaklardır. Bir arada yaşatılmak istenen, bu yüzden de boyuna gerginlikler yaratan bu iki karşıt düzen, Cumhuriyet’e kadar gelecektir: Atatürk Devrimleri’yle bu ikiliğin ortadan kalkmasına doğru gidilecek, Batı örneğine kesin ve tutarlı olarak yönelmiş adımlar atılacaktır.
Osmanlı Devleti Avrupa’ya ayak uydurmak zorunluluğunu duyduğunda Avrupa’da sanayi uygarlığı başlamış bulunuyordu. Bu gerçek de Osmanlı Devletinin yabancısıydı.
Tanzimat’ın da içinde yer aldığı 1830 yılları, Batı’da buhar gücüne dayalı yeni makine tekniğinin hızla yayılma aşamasına rastlar. Bu yıllarda Avrupa, demiryolu ağlarıyla örülmeye başlar. 1838 yılında ilk buharlı gemi Atlantik’i geçerek İngiltere den New York’a ulaşır. 1830’lu yıllarda pozitif doğa bilimleri de büyük ilerlemeler gerçekleştirirler.
9. Soru: Bu adımlar içinde en önemlilerinden biri de dil devrimidir. Atatürk neden dil devrimine ihtiyaç duydu?
Dine bağımlı ortaçağ düzeninden kesin olarak ayrılıp özgür düşüncelerle aydınlanmış bir toplum yapısına geçmek de, her şeyden önce bilgi ile, bilginin yaygınlık kazanmasıyla olur. Aydınlanma dönemlerinin baş özelliği, bilgi denilen kültür değerinin herkese ulaştırılmak istenmesidir. Bunun için de herkesin kolaylıkla kavrayabileceği bir dil gerektiğinden, aydınlanma çağları, ulusal dillerin de geliştirildiği dönemlerdir.
Ortaçağda Hıristiyan ümmetinin ortak kültür dilinin Latince olması gibi, İslam dünyasının ortak kültür dili de Kuran dili Arapçaydı. Ancak, dinden bağımsız bir dünya kültürü anlayışını getiren Rönesans’la birlikte, Avrupa’da Hıristiyan ümmetinin birleştiriciliği çözülmeye başlayınca, buradaki uluslar birer birer kendi özelliklerini, bu arada da en başta kendi dillerini geliştirmeye başlamışlardı.
- 10. Soru: Atatürk Devrimleri’nin bugünkü Türkiye açısından önemi nedir? Medeni dünyayı yakalamak için bundan sonra ne yapmalıdır?
Atatürk, Türk Toplumunu ortaçağdan bütün yönleriyle ayıracak süreci başlatan devlet adamıdır. Onun gördüğü iş çağdaştır, çünkü çağımız giderek bütün insanlığı kapsamakta olan bir aydınlanma dönemidir.
Atatürk Devrimleri yüzeysel kavramlar üzerinden ilerlememiştir. Her bir devrim düşüncesi o dönemki yasalar ve oluşturulan kurumlarıyla hayata geçmiştir. Yapılanları ana hatlarıyla sıralarsak;
- Eğitimde köklü değişiklikler
- Çağdaş bilgilere dönük eğitim
- Öğretim Birliği ilkesi (3 Mart 1924)
- Türkçenin bir ulusal kültür diline dönüştürülmesi
- Harf devrimi (1929)
- Yeni bir ulus ve tarih anlayışı
- Cemaat yaşamından ulusa yöneliş
- Türk Tarih Kurumu (1931)
- Dil – Tarih Coğrafya Fakültesi (1936)
- Halkevleri, Köy Öğretmen Okulları ve sonraki dönemde Köy Enstitüleri
- Atatürk Devrimlerinin can damarı: Laiklik
Atatürk 30 Ağustos 1925 günü Kastamonu’da halka şöyle seslenecektir:
“Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını bütünüyle çağdaş ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum durumuna vardırmaktır. Devrimimizin temel ilkesi budur. “
Bu çerçevede bundan sonra her birimize düşen görev; Atatürk Devrimleri’ne sahip çıkmak, toplumumuzu aydınlatmak için kendi görüşümüze uygun siyasi partiler içinde yer almak, sivil toplum kuruluşlarında aktif görev almak ve daha fazla kişiye ulaşmaktır. Böylece Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti gelecek nesillere ulaşacak, sonsuza kadar yaşayacaktır.
Kaynaklar:
- Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk; Macit Gökberk; Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018
- Rönesans Avrupası, Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci; Halil İnalcık; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2011
- Karşılaştırmalı Devrimler Tarihi; Umutcan Polat; Cumhuriyet Kitapları; 2024
- Kutsal Kısır Döngü; İslam Dünyasında Geri Kalmışlığın Kaynakları; Merdan Yanardağ, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2024
- Avrupa’da Hümanizma ve Rönesans Kültürü; Charles G. Nauert; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2021
- Dünyaya Neden Batı Hükmediyor (Şimdilik); Ian Morris: Alfa Yayınları, 2012
- Atlas of World History I and II; Penguin Reference Books, 1995